
Hayali bir resim sergisi farz edin. Sanat tarihinin en büyük ressamları ve en güzel resimleri o sergide bir araya toplanmış. Siz de o sergiyi geziyorsunuz.
Teker teker resimleri inceleyip, bilirmiş edasıyla görüşlerinizi paylaşıyorsunuz. Tam bu sırada, kendisini ismen tanıdığınız, ne kadar büyük bir ressam olduğunu bildiğiniz ama daha önce görmediğiniz Leonardo Da Vinci ile ünlü Mona Lisa tablosunun önünde karşılaşıyorsunuz.
Ve başlıyorsunuz anlatmaya:
- Bu resminde Picasso …
O anda Leonardo usta, onca emekle ve türlü maharetler göstererek ortaya çıkardığı eseri bir başkasına mâl edilince ne hissetmiş olabilir?
Siz ne hissederdiniz?
Öncelikle satılmışlık hissi değil mi?
Ve isterseniz allâme-i cihan olun, o andan itibaren Leonardo Da Vinci’nin gözünde değeriniz kalır mıydı?
Şimdi bu örneği kainattaki her varlığı, her fiili tüm özellikleri ile birlikte yaratan zat’a uyarlayalım.
Biz hastalandığımızda O’nun şifa veren, yani Şafii ismine muhatap olmaya namzet oluruz. O bize Şafii ismi ile muamele eder ve iyileşiriz. Ancak bir imtihan sırrı olarak içinde yaşadığımız alemde, her olay “sebep-sonuç ilişkisi” perdesi arkasında gerçekleştiğinden, biz bunu:
- Falanca doktor beni iyileştirdi.
şeklinde algılayabiliyoruz.
Karnımızın çok acıktığı bir anda Allah’ın (C.C.) Rezzak ismi ile tecelli etmesine hazır hale gelmişiz demektir. Eğer ömrümüz bitmemişse O da Rezzak ismi ile tecelli eder. Ancak o vaziyette olduğumuz halde ziyaretine gittiğimiz bir dostumuz bize yemek ısmarlamışsa:
- Adam karnımı doyurdu.
diyebiliyoruz.
Çiftçiysek ve o sene bol ürün almışsak, bunu yağmura, güneşe, tohuma veya kullandığımız aletlere bağlayıp, onlardan bilebiliyoruz.
Hayatımızda karşılaştığımız bunun gibi örnekleri toplasak kitap olur o yüzden fazla uzatmayacağız.
Yukarıdaki örneklerde kul tarafından yapılan şey; perde arkasında bu işi yapan zatı hiç görmemekse bu inkârdır. Yani o işi, gerçekte yapan zât’tan tamamen ayırmaktır ki, bu yazının konusu onları içermemektedir.
Bahsimiz, o fiilin gerçekleşmesinde gerçek fail olan Allah’la (C.C.), perde hükmünde olan sebebe (örneklerimizde doktor, yağmur vs.) ORTAK pay vermektir.
Ortaklık yüzdesi önemli değil, önemli olan bu ilişkinin ORTAKLIK ilişkisi olarak adlandırılmasıdır.
Arapça ORTAK, ŞERİK kelimesi ile ifade edilir. Dilimizdeki ŞİRKET yani ORTAKLIK kelimesinin kökeni de bu kelimedir.
Örneklerde anlatıldığı gibi ORTAK VARSAYMA’ya da ŞİRK denilmektedir.
Bu kelimeden türetilmiş çok bilinen başka bir kelime de ORTAK VARSAYAN anlamına gelen MÜŞRİK kelimesidir.
Evet toplumumuzda çok yaygın olarak yanlış bilinenin aksine MÜŞRİK, Allah’ı (C.C.) inkâr eden değil, Allah’a (C.C.) ortak koşan demektir. Ve yine toplumda çok yaygın olarak yanlış bilinenin aksine, müşrik deyince ilk aklımıza gelen kişiler olan Mekke Müşrikleri de Allah’ı (C.C.) inkar etmiyor, yaptığı işleri başka şeylere (putlara) bölüştürüyorlar, Allah’tan bir istekleri olduğunda kabul etmesi için araya “hatırlı kişi” bâbında putları koyuyorlardı.
Yani Allah’ı (C.C.) tanımıyor değil yanlış tanıyorlardı.
Hattâ bazıları Allah’ın (C.C.) elçisi ile Allah adına savaşıyor, Allah adına beddua ediyordu.
Ve sonlarının ne olduğunu hepimiz biliyoruz.
Yukarıdaki örnekleri muhtemelen bu pencereden bakamadığımız zamanlarda hepimiz yapmışızdır, belki hâlâ yapıyoruzdur. Ama bizim onlardan farkımız şudur ki:
Biz Allah’ın (C.C.) bir olduğunu, başka bir yaratıcı olmadığını dilimiz ile ikrar kalbimiz ile tasdik etmişiz.
Biz Allah’ın bizi yola getirmek için peygamberler ve kitaplar gönderdiğini, bunların sonuncularının da Hz. Muhammed (S.A.V.) ve Kur’an-ı Kerim olduğunu kabul etmişiz.
Biz öldükten sonra diriltileceğimize ve dünyada yaptıklarımızın karşılıklarını göreceğimiz bir aleme gideceğimize iman etmişiz.
Bu nedenle onlardan farklıyız, ama onlarla ortak olan özelliklerimizden bir an önce kurtulmalı ve daha önce yaptığımız hatalar için Rabbimiz’den bol bol af dilemeliyiz.
Nefis Usta’nın kurduğu Şeytânî Şirk Sofrasına itibar etmemeliyiz.
Buraya kadar ele aldığımız örneklerde hep aynı taraflar vardı, tıpkı tüm hayatımızda olduğu gibi.
Bu taraflar;
- Gerçek yapan, (Allah [C.C])
- Sebep, (Şerik)
- Olayın Kahramanı(!) (Ortak Koşan)
şeklinde idi ve biz olaylara hep Ortak Koşan penceresinden baktık, onun yerine koyduk kendimizi.
Bir de çok daha korkunç bir pencereden baktırıp yazıma son vereceğim.
Hayatımızda, yukarıda saydığımız taraflardan hep üçüncüsü mü oluyoruz acaba?
Ya ikincisi olduğumuz olaylar…
Yani Rabbimizin bizim elimizle yaptırdığı bir takım işler.
Ekmeğini ben veriyorum… Karnını ben doyuruyorum… Ben kurtardım… Ben yaptım… Ben ettim… Ben… Ben… Ben… Şeklinde başlayan cümleler kuruyor muyuz?
Acaba bu işleri yaparken nefsimize pay veriyor muyuz?
Veriyorsak ne kadar veriyoruz?
Bu paylaşımda nefsine %100 pay verenler için Kur’an-ı Kerim’in Firavun ve Nemrut isimlerini kullandığını ifade edelim, ardından da böyle durumlarda nasıl düşündüğümüzü tartıp ona göre hareketlerimize çeki düzen verelim.
Ve bol bol Tevbe edelim.
Nefsimizin, “Ne günah işledim ki Tevbe edeyim” tuzağına düşmeyelim.
– Bu yazı MORAL DÜNYASI DERGİSİ’nin 2015 Ekim-Kasım-Aralık (133.) sayısında yayınlanmıştır.
Paylaş, eş dost da görsün:
- WhatsApp'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Telegram'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Twitter üzerinde paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Facebook'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Linkedln üzerinden paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Pinterest'te paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Pocket'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Tumblr'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Reddit üzerinde paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Arkadaşınıza e-posta ile bağlantı göndermek için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Yazdırmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
Muhiddin Yenigün
Tavsiye ediliyor
2 Yorumlar
Bu konuda sizin de söyleyecekleriniz ya da sormak istedikleriniz varsa aşağıya yazabilirsiniz (yayınlanacağını garanti etmiyorum):Cevabı iptal et
This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.
ender özden
26 Nisan, 2013 at 5:52 amSelamun Aleyküm,
Hayırlı Cumalar…..
Benim de kendi adıma çok korkup tedirgin olduğum bir konu, sadece şunu merak ediyorum, yazıdaki tüm noktalara katılıyorum da;
Şunu ben yaptım, bunu ben ettim derken (bir çok kişi mutklaka diyordur bende dahil) içimizden de Allah’ın bize lütfettiği numuneler sayesinde ve yine onun izniyle yaptığımızı bilerek ve hamd ile harmanlayarak söylendiğinde bu kategoriye girmiyoruz sanırım.
Saygılar.
Selam ve dua ile……
muhiddin
26 Nisan, 2013 at 8:33 amTam ibare hatırımda olmamakla birlikte Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle diyor:
Bir kafirin her sıfatı kafir olması gerekmediği gibi, bir müminin de her sıfatının mümin olması gerekmez.
Yani bu sıfatlar onu dinden çıkartmaz ama mümine yakışmayan sıfatları da taşımaya devam etmeyip törpülemek gerekir.
– İyi, bu beni dinden çıkarmıyormuş.
deyip devam etmek, dinden çıkarmasa bile cezasız da kalmaz.
Şuna benzetebiliriz. İmam-ı Azam Hazretleri der ki:
– Her namaz kılmayan kâfir olmaz. Ama kâfirler namaz kılmaz.
Kısacası kafire benzemek güzel bir şey değildir. Benzeyen yönlerimizi törpülemek gereklidir.
Selâm ve sevgiler.