Çok eski zamanlarda din ile bilim arasında bir ayırım yoktu. Din adamları ile bilim adamları aynı kişilerdi. İçinde yaşadıkları topluma göre bunlar şaman, kâhin, bilge gibi isimler alırlardı. Bunlar hem din hem de bilimde otoriteydi.
Daha sonra Hristiyanlık yaygınlaştı. Bir süre, bilim adamları da kiliseden yetişti. Ancak kilisenin kuralları katıydı. Bilim, dine uymalıydı.
Ama uymuyordu…
Bilimin bilim olabilmesi için o zamanki kilisenin prangalarından kurtulması gerekiyordu.
Kilisenin hâkimiyetini sürdürebilmesi için ise bu bilim adamlarından kurtulması…
Sonra kilise bunları yargıladı. Kimini aforoz etti, kimini cadı diye avladı ve yaktı, kimini de giyotinde biçti.
Kalanlar ya bilim yapmaktan vazgeçti ya da kiliseyle zıtlaşmaktan. Bunu yapmayıp da bir şekilde sağ kalmayı başaranlar da kiliseye düşman oldular. Kiliseye düşman olmalarından dolayı dine de düşman oldular. Bunun tabii bir sonucu olarak da Allah’a (C.C.) düşman oldular.
İşte bu süreç Hristiyan dünyasında din ile bilimin birbirine karşı, birbirini yalanlayan iki olgu şeklinde algılanmasına yol açtı.
Oysa aynı dönemde; Kur’an-ı Kerim’de sıkça geçen düşünmeye teşvik edici ifadeler ve Allah’ın elçisinin (S.A.V.) “Müslümanın yitik malı” olarak tanımlamasının neticesi olarak İslâm dünyasında bilim alabildiğine ilerliyordu. O zaman Hristiyan dünyasının hayaline bile gelemeyecek icatlar, keşifler peş peşe geliyordu. Üstelik bu bilim adamları dinden uzak kimseler de değildi. Her iki alanda da bilgi sahibi idiler.
İslâm aleminin gerilemesinden sonra Avrupalılar tarafından sahip çıkılan daha doğrusu sahiplenilen bu keşif ve icatlar maalesef Avrupalı bilim adamlarınca kendi adlarına tescil edildi. Sonrasında da onlar bu konuda daha çok çalışıp ileri gittiler. Ama içlerindeki “Din ve bilim iki düşmandır.” düşüncesi hiç kaybolmadı. Öyle ki; gerçek bilim adamının ateist olması gerektiği iddia edilmekteydi.
İşte biz de bilimi batıdan aldığımız için bu düşünce ile birlikte sahip olduk. Sonrasında devlet politikası yaptık. Bu politika ile bilimde bir ilerleme kaydedemedik ama milletçe dinin bilime düşman olduğunu ve karanlığa götürdüğünü, başımıza ne musibet geldiyse dindarlığımızdan geldiğini öğrendik(!)
Ama bilimin önemini öğrenemedik.
Tamam, din düşmanı olduk ama bilime de dost olamadık.
Dine dost olan da bilime düşman oldu. Çünkü bilimi temsil edenler hep dine cephe almışlardı.
Ama hepsi öyle değildi.
Bu süreçte bir din âlimi çıkıp diyordu ki:
- Van gölü kenarında bir üniversite kuralım. Bu üniversitede din ilimleri ile fen ilimleri birlikte okutulsun.
Bunu söyleyen âlim daha sonra telif ettiği Risale-i Nur isimli külliyatında da bilim adamının dine nasıl bakması gerektiğini, din adamının da bilime nasıl bakması gerektiğini ve aralarındaki bu yapay savaşı bitirme yolunu gösteriyordu. Diyordu ki:
- Vicdanın ziyası() din ilimleri, aklın nuru() fen ilimleridir. İkisinin birleşmesi ile hakikat ortaya çıkar. Bu iki yön iki kanat gibi, öğrenciyi uçurur. Ayrılırlarsa birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe ortaya çıkar.
Tüm kitaplarında da bize bilimin kıymetini, ama gerçek kıymetini öğretiyordu. Bilimlere nasıl bakmamız gerektiğini tarif ediyordu.
Bir bilim adamına da dine nasıl bakması gerektiğini tarif ediyordu.
Risale-i Nur’un bu alandaki misyonu da budur. Bilim ile dini barıştırmak.
Bu çerçevede Risale-i Nur bilime karşıdır demek iftiradır ama Risale-i Nur bir bilim kitabıdır demek de ifrattır.
Evet Risale-i Nur bilimsel bilgiler içerir ama bu Risale-i Nur’u bilimsel(**) bir eser yapmaz. Yani Risale-i Nur’da geçen fizik, kimya, biyoloji, astronomi vs. alanındaki bir bilgiyi kesin doğru olarak kabul edemezsiniz. Her gün yeni şeylerin keşf ve icat edildiği, her yıl, o yıla kadar tarih boyunca üretilen kadar bilgi üretildiği bir dünyada o bilgilerin değişmeden kalmasını beklemek de mantık haricidir.
Ancak değişmeyen ve Bediüzzaman Hazretlerinin de asıl öğrettiği şey şudur:
Var olan bir şeyi incelediğinizde; bir takım dengeler, ölçüler ve hesaplar ile karşılaşıyorsunuz ve bu konuda kitaplar yazıyorsunuz. Buna da bilim diyorsunuz.
Eğer o incelediğiniz şeyde bir hesap, bir kanun var olduğunu görüyorsanız, orada durmayın. Sizin bulmak için ömrünüzü verdiğiniz o ölçü ve hesapları oraya ölçülü ve hesaplı olarak yerleştireni de düşünün.
Sizin keşfettiğiniz bilgiyi oraya koymak için gereken ilmi de düşünün.
Ve o ilme sahip olan Alîm’e de ulaşın.
Böylece o bilgileri, orada olma amaçlarına uygun olarak kullanmış olun.
Allah (C.C.) bilgimizi doğru kullanmayı nasip etsin. Âmin.
Not: Bu yazı öncelikle kendi nefsime yazıldığı için “Risale-i Nur ve Bilim” adını aldı. Bununla birlikte “Benim şeyhim dediyse, (alanı olmasa da) doğrudur.” diyen herkese de hitap etmektedir.
(*) Metni sadeleştirirken Ziya ve Nur kelimeleri, aralarındaki farka dikkat çekmek maksadıyla “Işık” olarak kullanılmamıştır. Ziya bir kaynaktan gelen ışığı, nur yansıyarak gelen ışığı tarif eder. Yani güneşten gelen ışığa ziya, aydan gelen ışığa nur denir. Meraklısına…
(**) Burada bahsedilen bilim fen bilimleri veya deneysel bilimlerdir. Din ve felsefe o kategoride değildir.
– Bu yazı ZAFER DERGİSİ’nin 2015 Aralık (468.) sayısında yayınlanmıştır.
Paylaş, eş dost da görsün:
- Telegram'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Facebook'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Linkedln üzerinden paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Pinterest'te paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Arkadaşınıza e-posta ile bağlantı göndermek için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Yazdırmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Threads'te paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- X'te paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Daha fazla
- Pocket'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Tumblr'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Reddit üzerinde paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Mastodon'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Nextdoor'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Bluesky'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)